İşte öyle bir su…



Fazlaca derinden de değil; öyle yüzünden yüzünden, ığıl ığıl akan bir suyun… üstüne ışıktan dokunuşlar düşmüş…

Serin de denemez ılık da, var gibi yok gibi bir dokunuşla, elime de değil, parmaklarıma dokunuşu gibi, parmaklarının ucuyla parmaklarımın ucuna dokunuşu gibi, 
var gibi yok gibi, yok gibi bir rüzgârın yüzüme dokunuşu gibi, var gibi yok gibi bir gülümsemenin yüzüne dokunuşu gibi, gözlerinin gözlerime var gibi yok gibi dokunuşu gibi, sen evvelden tanıyormuşsun gibi, ben hepten unutmuş da şimdi hatırlıyormuşum gibi, çocukluğuma dair bir hatıranın kahramanıyla yeniyetmeliğimde tanıştırılıyormuş gibi hafif mahcup hafif muzip, rolleri aramızda paylaşmadan, hiç olmamış o maziye hiç de gerek duymadan, geçmiş yaratmaya da çalışmadan, hatırlamaları geçmiş yapmadan, şimdi, hemen şimdi, şimdi başlamak ve şimdi bitirmek, sonra şöyle bir hatırlamak şöyle bir unutmak, şöyle bir uyumak şöyle bir uyanmak, şimdi biz, şimdi hiç, şimdi biz, uykudan yeni uyanmış, uykuya yeni dalmış gibi, ne şuur ne şuursuzluk, öyle yüksüz, öyle hafif... 

Kelimeleri ve kelimesizlikleri çapaksız bir yumuşaklıkla alan bir hiç, bir biz, bir hiç, biz bir hiç gibi... Ne sözün ne sessizliğin tercihi… o ığıl ığıl, o ılık akışın içinde, ne akış, ne duruş… gün batımı ile doğumu anları arasındaki farksızlık gibi.. gidiyor muyduk, dönüyor muyduk, öylesine duruyor muyduk, öylesine miydik, böylesine mi… ne konuşuyorduk, ne susuyorduk, tanışmış mıydık, tanıştırılmış mıydık, kiminle tanıştırıyorduk kimleri kimleri… neyle gönderdik öyle o duygu gibi değil gibi şeyleri o hiç ile biz arasında…

Buradaymışsın gibi, hiç burada olmadın gibi, orası yok gibi…

Gittin gibi, gitmedin gibi…

İşte öyle bir hafiflik…

Öyle bir su…



Fotoğraf: https://www.flickr.com/photos/33648476@N00/

Mümkün mü Artık Dönmek?













Denizlerin, dağların, ormanların, yolların ve tarlaların üstünden uçarak geçtik. Hiçbirine dokunmadan, dokunamadan... Bir arpa boyu yol bile alamadık aslında ama fersahlar aştık harita üzerinde; ayakkabılarımızın içinde kalarak mesâfeler katettik. Sorarlarsa gittik mi diye, evet, gittik. Ve sorduklarında, söylüyoruz: Döndük...

Yeni dünyadan dönüyorduk. Yeni dünya, bizim kadim dünyamıza nüfuz edememişti. Eskisi gibi çıktık yola. Eskisi gibi uyuduk.

Şehr-i İstanbul'a konduk.

Şehr-i İstanbul'da kaldık.

Şehr-i İstanbul, döneceğim yer değildi. Döneceğim başka bir yer vardı. Zihnimde yavaş yavaş silinmeye başlayan bir şehir ve insanları... Dönmeyi istemedikçe ve dönemedikçe, uzak bir hayâle dönüşen bir şehir ve halkı...

Ve şehr-i İstanbul bir vücuttu.

Şehir de O'ydu, İstanbul da...

Ülke de O'ydu, kıta da...

Yeni dünya da O'ydu, eskisi de...

***

İstanbul, hem zâhir hem bâtındı.

İstanbul'da zaman geçmezdi ve İstanbul'da zaman durmak bilmezdi.

İstanbul, hava, toprak, su ve ateşti.

İstanbul deyince "her şey" demiş oluyorduk; ve hiçbir şey demiş olmuyorduk her şey deyince.
Her şey yerli yerine otururdu bu şehirde ve hop oturup hop kalkardı şehirdekiler.

***
İstanbul'dan dönmek küfürdü.

Sözünden dönmek gibi...
fotoğraf:

Bursa'da Zamansızlık

Dağa yaslar sırtını ya da sırtı, bizzat kendi dağıdır. Yüzünü nereye dönsen, yön adını dağa göre alır. Dağ, pencerenin ardında salınan dalların sessizliğine koyu bir fonla eşlik eder. Dallar içten içe haykırır ama dağ, susar.

Bursa'da zamanın nabzı, eski bir cami avlusunda değil, küçük şadırvanda şakırdayan suda da değil, o dağda atar... O dağın gölgesinde yürür, yolumuzu buluruz. Susayınca eğildiğimiz çeşmelere o dağın gölgesi düşer. Şehirdeki yokuşlara sebep hep o dağdır; inişler de ondandır.

Sabah uyanınca kış mıdır yaz mı, bilinmez. Dağın söyleyecekleri beklenir. Dağ, sabah namazından sonra konuşur. Cami avlusunun, şadırvandaki suyun, yuvasındaki güvercinin, asırlık çınarın, yeni döşenmiş kaldırımların söylediklerini dinlemiştir. Şimdi buyuracaktır, zaman ne, mevsim hangisi...
Ama dediklerini duymak ve anlamak için onunla gözgöze gelmek gerekir.
Gözgöze gelmek ve bir müddet öylece kalmak gerekir.
O bakışlar altında can çekişmek ve can vermek gerekir.
Zamanın ve mevsimin olmadığını anlamak için...

Benzemez Kimse Sana



Önümde yürüyen...
Ben farketmeden ardıma geçen...
Sağımdan yürüyüp yolunu soluma çeviren; solumdan yürüyüp sağıma kıvrılan...
Sabahın seherinde, eski şehrin duvarları arasında, beni çaresiz bırakan...
Şehadetle tamamladığım akşamın peşine bir de sabah ekleyen...

Çaresizlikle sığındığım şarkı...
Nereden buldun beni, dudaklarıma nereden değdin?
Dilim nasıl da omuzunu yasladı sırtına, nefesim nasıl da geçti o uzun yoldan nefes nefese ve nasıl da erişti gırtlağıma...
Ve gırtlağıma dayandı kelimeler ve o ses, kelimelerle nasıl da döküldü çarşının orta yerinde, ortalık yere...

Parça parça yürürken duvarların arasında -Şam Kapısı'na, çıkışa doğru-, parça parça olmamak için şarkıyı sessizce mırıldanırken, tökezledim basamaklarda... Geldin, çarptın arkamdan.
Şarkıyla birlikte değdik sana; sustum.

Baktın.
Çaresizliğe alışıkmışsın gibi...
Senin de dilinde bir şarkı varmış da şimdi susmuş gibi...
Hep ateşteymişsin gibi... Ateşe hiç girmemişsin gibi...

Sadece baktın.

***

Güneş yükseldi.
Kandillerden bir kandil olarak hatırlanacak bir günün güneşi...

fotoğraf: http://www.flickr.com/photos/pav923/456457245/

Oda Şehirler

Kapı çalınır.

Kapı açılır.

Kapının ardındaki, odanın içindekine görünür: Odanın içindekinin alnını bir alev okşar, belli belirsiz. Şehirden katman katman duvarlarla ayrıldığını zannettiği o an, duvarlar bir gül yaprağı gibi açılır, yana düşer. Şehir, özüyle karşısına serilir: Şehir, odaya girer. O, odaya girerken gül kokusu duyulur.

Halbuki, öylesine gelmiştir şehir; bir alışverişi yoktur geceyle. Birazdan o da uyuyacaktır herkes gibi. Onun da ciğerlerine hava dolmaktadır yaşayabilmesi için.

Şehir, yatağa ilişir; gözlerini yavaşça kapar. Odadaki, onun için olmak hevesiyle çırpınırken, o ağırbaşıyla düşünür ağırlık vermeden ve yumuşacık gülümser: Hafifletir oda sahibinin kaygılarını.

Tam olarak odadadır şehir; ama yemin ederler, üzerine yemin edilesi bu şehrin ki, şehir dışarıdadır ve birazdan odadaki misafirinin rüyasına girecektir. Uykuya dalmadan az önce gözlerini açtığında, şehrin yüzünde aşk ifadesini görür ve Hira Dağı'nı düşünür.

fotoğraf: http://flickr.com/photos/7aboob/56014360/

Eksi 417

Bir rutubet çukuruna doğru, geniş basamaklardan inerek ağır ağır yürüyoruz. Bulunduğumuz yerin, birçok denizin hayal bile edemeyeceğimiz derinliklerinden daha derinde olduğunu aklımıza getirmiyoruz.

Jericho'dan sonra, öğleden sonra...

Lanetlenen o kavim şimdi bu hayat işaretlerinden uzak gölün dibinde gömülü; göl de yeryüzünün içine doğru çekilmiş. Deniz seviyesi adı verilen ve hepimiz için ortak olduğunu düşündüğümüz o son noktadan daha da derine...

Ama güneş, derinlere de tepelere de aynı şekilde iniyor; işte buradaki su da güneşin altında mavi; bulanık da olsa, dibinde çamur da olsa mavi... Dizlerimize kadar giriyoruz suya ve elimizi daldırıp o yapışkan, şifalı olduğu söylenen çamurdan alarak derimizin üzerine sürüyoruz. Birbirimizin yüzüne dokunuyoruz çamurlu ellerimizle, rengimizi değiştiriyoruz.

Güneş yeni derimizin üzerine düşüyor ve rutubet yavaş yavaş güneşin ışıklarına yeniliyor. Kaygan bir yaratık gibi şekillenen çamur, yüzümüzde kuruyor. Yıkanmaya giderken, yüzümüzde kuruyarak çatlayan çamurun altından yeni bir yüzün çıkıp çıkmayacağını merak ediyor herkes.

Çamurdan arınan yeni yüzlerimiz yanıyor.

Birbirimizin yüzünde kendi yüzlerimizi görmeye çalışıyoruz.

Deniz seviyesinin altında yenilediğimiz yüzlerimizle deniz seviyesinin üzerine dönüyoruz. Arzın merkezine seyahat ederken başlanacak noktaya...

fotoğraf: http://flickr.com/photos/sigh-lens/162480965/

Güller Saçan Ülke



Aslolan güldür.
Güller saçıyorlar Nizamüddin'e ve Nizamüddin güller saçıyor ziyaretçilerine...

Bir ipe dizilerek can vermiş güller, salkım salkım ikram ediliyor.

Avluda kurbanlık güller dağıtılıyor -çoktan kurban edilmiş güller... Tepsiler içinde, başlar üstünde... En mübarek cenazeler gibi, güller kaldırılıyor tezgâhlardan.

Güller çözülüyor iplerinden...

Güller ayaklar altında eziliyor... Güller, tek bir gül uğruna eziliyor.

***

Güneş dikiliyor başıma.

Sokaklar akıyor insanlar yerine ve yokuşlar çıkıyor sokakları...

Bakıyorum bakımsız çocuklara Delhi'de, Jaipur'da, Ajmer'de... Ateşler tütüyor rüzgâr yerine.

Güneş dikiliyor başlara, dimdik...

Güller kurban...

Güller razı...

Nizamüddin kucaklıyor. Parıltılar içinde... Güller içinde...