Benzemez Kimse Sana



Önümde yürüyen...
Ben farketmeden ardıma geçen...
Sağımdan yürüyüp yolunu soluma çeviren; solumdan yürüyüp sağıma kıvrılan...
Sabahın seherinde, eski şehrin duvarları arasında, beni çaresiz bırakan...
Şehadetle tamamladığım akşamın peşine bir de sabah ekleyen...

Çaresizlikle sığındığım şarkı...
Nereden buldun beni, dudaklarıma nereden değdin?
Dilim nasıl da omuzunu yasladı sırtına, nefesim nasıl da geçti o uzun yoldan nefes nefese ve nasıl da erişti gırtlağıma...
Ve gırtlağıma dayandı kelimeler ve o ses, kelimelerle nasıl da döküldü çarşının orta yerinde, ortalık yere...

Parça parça yürürken duvarların arasında -Şam Kapısı'na, çıkışa doğru-, parça parça olmamak için şarkıyı sessizce mırıldanırken, tökezledim basamaklarda... Geldin, çarptın arkamdan.
Şarkıyla birlikte değdik sana; sustum.

Baktın.
Çaresizliğe alışıkmışsın gibi...
Senin de dilinde bir şarkı varmış da şimdi susmuş gibi...
Hep ateşteymişsin gibi... Ateşe hiç girmemişsin gibi...

Sadece baktın.

***

Güneş yükseldi.
Kandillerden bir kandil olarak hatırlanacak bir günün güneşi...

fotoğraf: http://www.flickr.com/photos/pav923/456457245/

Oda Şehirler

Kapı çalınır.

Kapı açılır.

Kapının ardındaki, odanın içindekine görünür: Odanın içindekinin alnını bir alev okşar, belli belirsiz. Şehirden katman katman duvarlarla ayrıldığını zannettiği o an, duvarlar bir gül yaprağı gibi açılır, yana düşer. Şehir, özüyle karşısına serilir: Şehir, odaya girer. O, odaya girerken gül kokusu duyulur.

Halbuki, öylesine gelmiştir şehir; bir alışverişi yoktur geceyle. Birazdan o da uyuyacaktır herkes gibi. Onun da ciğerlerine hava dolmaktadır yaşayabilmesi için.

Şehir, yatağa ilişir; gözlerini yavaşça kapar. Odadaki, onun için olmak hevesiyle çırpınırken, o ağırbaşıyla düşünür ağırlık vermeden ve yumuşacık gülümser: Hafifletir oda sahibinin kaygılarını.

Tam olarak odadadır şehir; ama yemin ederler, üzerine yemin edilesi bu şehrin ki, şehir dışarıdadır ve birazdan odadaki misafirinin rüyasına girecektir. Uykuya dalmadan az önce gözlerini açtığında, şehrin yüzünde aşk ifadesini görür ve Hira Dağı'nı düşünür.

fotoğraf: http://flickr.com/photos/7aboob/56014360/

Eksi 417

Bir rutubet çukuruna doğru, geniş basamaklardan inerek ağır ağır yürüyoruz. Bulunduğumuz yerin, birçok denizin hayal bile edemeyeceğimiz derinliklerinden daha derinde olduğunu aklımıza getirmiyoruz.

Jericho'dan sonra, öğleden sonra...

Lanetlenen o kavim şimdi bu hayat işaretlerinden uzak gölün dibinde gömülü; göl de yeryüzünün içine doğru çekilmiş. Deniz seviyesi adı verilen ve hepimiz için ortak olduğunu düşündüğümüz o son noktadan daha da derine...

Ama güneş, derinlere de tepelere de aynı şekilde iniyor; işte buradaki su da güneşin altında mavi; bulanık da olsa, dibinde çamur da olsa mavi... Dizlerimize kadar giriyoruz suya ve elimizi daldırıp o yapışkan, şifalı olduğu söylenen çamurdan alarak derimizin üzerine sürüyoruz. Birbirimizin yüzüne dokunuyoruz çamurlu ellerimizle, rengimizi değiştiriyoruz.

Güneş yeni derimizin üzerine düşüyor ve rutubet yavaş yavaş güneşin ışıklarına yeniliyor. Kaygan bir yaratık gibi şekillenen çamur, yüzümüzde kuruyor. Yıkanmaya giderken, yüzümüzde kuruyarak çatlayan çamurun altından yeni bir yüzün çıkıp çıkmayacağını merak ediyor herkes.

Çamurdan arınan yeni yüzlerimiz yanıyor.

Birbirimizin yüzünde kendi yüzlerimizi görmeye çalışıyoruz.

Deniz seviyesinin altında yenilediğimiz yüzlerimizle deniz seviyesinin üzerine dönüyoruz. Arzın merkezine seyahat ederken başlanacak noktaya...

fotoğraf: http://flickr.com/photos/sigh-lens/162480965/

Güller Saçan Ülke



Aslolan güldür.
Güller saçıyorlar Nizamüddin'e ve Nizamüddin güller saçıyor ziyaretçilerine...

Bir ipe dizilerek can vermiş güller, salkım salkım ikram ediliyor.

Avluda kurbanlık güller dağıtılıyor -çoktan kurban edilmiş güller... Tepsiler içinde, başlar üstünde... En mübarek cenazeler gibi, güller kaldırılıyor tezgâhlardan.

Güller çözülüyor iplerinden...

Güller ayaklar altında eziliyor... Güller, tek bir gül uğruna eziliyor.

***

Güneş dikiliyor başıma.

Sokaklar akıyor insanlar yerine ve yokuşlar çıkıyor sokakları...

Bakıyorum bakımsız çocuklara Delhi'de, Jaipur'da, Ajmer'de... Ateşler tütüyor rüzgâr yerine.

Güneş dikiliyor başlara, dimdik...

Güller kurban...

Güller razı...

Nizamüddin kucaklıyor. Parıltılar içinde... Güller içinde...


Aramızdaki Şehirler


Geceleri yol alırken şehirler belirsizleşir. Sınırlar görünmez olur. Şehirden çıkış ve şehre giriş noktaları silikleşir.

Işıklar görünür pencerelerden. Ve karanlık pencereler görünür pencerenizden...

Hiç ses yokmuş gibidir dışarıda. Hemen geçip gittiğiniz o yolun kenarında. O ışıklı pencerede... Ya da karanlık bir göz gibi bir duvara yerleştirilmiş kara çerçevede.

Hiç yolcusu yokmuş gibidir otobüsünüzün, herkes uyurken. Siz de uykuya dalarsınız. Denizin üzerinde sırtüstü hareketsiz kalmak gibi, dünyadan, bedeninden tam olarak ayrılmadan; sesleri suyun içinden boğuk boğuk duymaya devam ederek...

Uyur, uyanır, sınırları belirsiz şehirler görürsünüz. Çoktan uyuduklarını düşünürsünüz o şehirlerin tanımadığınız -tanımadığınız için de size yabancı olduklarını düşündüğünüz- insanlarının...

Bir de bıraktıklarınız vardır:

Şehirlerinizin arası açıktır.

Şehirlerinizin arasına başka şehirler de girmiştir.

Şehirleriniz birbirine uzak düşmüştür.

Şehirlerarasındasınızdır.

Uzaklaştıkça aranızı açarsınız. Kendi iradenizle... Sevgilinin ve kendi şehirlerinizi istisna tutarak aradaki şehirlere sitem edersiniz içten içe. "Aramızdaki şehirler" diye adlandırırsınız onları. Adlandırdığınız anda da "biz"den bahseden bu tamlamayla yeniden birleşirsiniz, tamamlanırsınız.


Ama biraz düşününce zaten farkedeceksinizdir, aramızdaki şehirlerin vücutlarımızdan ibaret olduğunu...

Aramızdaki şehirlerin....


fotoğraf: http://flickr.com/photos/benklemm/66866504/

Nefesi Kesilmek

Devletşah sobelemiş. İlk defa sobeleniyorum sanal âlemde: Nefesimi kesen anları yazacakmışım. Sobelenmek nefes kesebilir diye düşünüyorum ilk olarak.

Sonra o başlıklara uyamayacağımı farkediyorum. Hemen yapabileceğim ve nefesimi kesecek olan şeyler; yarın yapabileceğim ve yine nefesimi kesecek olan şeyler... Filan falan...

Ben aklıma geldiği gibi yazacağım:

Dalgalar nefes keser.

Rüzgârın hafiften esişi, saçınızı alnınıza değdirişi nefes keser.

Günün farklı saatlerinde farklı renkte görünen deniz nefes keser.

İki rengin biraraya gelişi nefes keser.

İki sevgilinin kucaklaşması nefes keser.

Gözünüze değen o uzun bakış nefes keser. O bakış, aklınızı başınızdan alır ve kestirip atar. O zaman yalnızca nefesiniz değil, nefsiniz de kesilir, yaralanır, kanar. Tatlı tatlı kanar...

*****

Sobelenmek isteyen herkese açıktır nefesi kesilmek üzerine yazma davetim... Ben açıktan sobelememeyi tercih ediyorum.

Kar

Açıp bakacağım defterlerime: Yazmıştım bir yerlere. Tam o sırada yazmıştım. Her şey olup bittikten sonra değil... O sırada. Aklımda kalanları değil, o anda olup bitenleri yazmıştım. Pencereden bakıp bakıp yazmıştım. Bakıp bakıp çizmek gibi... Yani bir ağaca bakarak o ağacın resmini çizmek gibi, bir çocuğun küçücük ellerini çizmek gibi, ben de baka baka yazmıştım.

O sırada koşmuştu o siyah köpek... Tam o sırada yalpalayarak yürümüştü sarhoş. Ve hemen oracıkta düşürmüştü koyu yeşil renkli şişesini. O sırada güneş çoktan çekilmişti... Ve sarhoşun siyah paltosu daha da kararmıştı. Renkler zaten soluktu ama gün, garip bir aydınlıkla direniyordu. Işığı en çok yansıtan renk hâkimdi çünkü dünyaya ve sesleri en çok örten örtüyle kaplıydı her yer. Renkler gibi sesler de solmuştu ama gün direniyordu.

Pencere bir ekran gibi çerçeveliyordu ve ben mürekkebi satırlar hâlinde akıtıyordum deftere.

Bir şeyi çok özlemiş gibiydim renkler sönerken...

Hava kararıp da sokak lambaları yanarken...

Sokak lambaları yanıp da kar taneleri kararırken...













Gökten yağan taneler, aslında, geceleyin de karanlıktı, gündüz de... Geldikleri yere başımızı kaldırıp da baksaydık, görecektik siyah kar tanelerini. Onların aslında yere düştükten sonra ak-pak olduklarını farkecektik.

Ve onların da, tıpkı yağmur taneleri gibi sesleri olduğunu duyacaktık. Eğer dinleseydik...

O sarı ışıklı sokak lambasının altında, sokağın köşesinde, herkesin evine çekildiği saatte, sadece birkaç dakika, -onlar yumuşacık dokunurlarken yanaklarımıza, çenemize, burnumuzun ucuna- sabırla kulak kabartsaydık, o zaman duyacaktık, kar tanelerinin kurumuş yaprakların, ağaç gövdelerinin, elektrik direklerinin, araba kaputlarının, çöp kutularının ve çatıların üzerine ince bir çıtırtıyla yağdığını, yağdığını, yağdığını...

Ve geceleri kar yağan yerlerde sabahın neden daha erken olduğunu, sabahın neden daha aydınlık olduğunu ve sabahın neden daha sessiz olduğunu bir an anlayacakmışız gibi heyecanlanacaktık.

Ve o gecelerin sabahlarında, annelerin neden kalkar kalkmaz çocuklarının odalarına süzülerek onların uykunun ılıklığını hâlâ taşıyan ellerine dokunup bir sır verir gibi "kar yağmış..." diye fısıldadıklarını düşünürken, annemizden aldığımız hayat iksirini çocuklarımıza hiç bozulmadan aktarabileceğimize dâir bir ümit kabaracaktı içimizde.

Bu sırlı kaplayışın, örtüşün, kucaklayışın ve ele geçirişin, derin ve yumuşacık bir sevginin eseri olduğunun farkına varacaktık.

Kar tanelerinin sesini duysaydık...


fotoğraf: http://flickr.com/photos/trevorhenry/322678284/