Olmadı Baştan

Birisi sizi düşünür: Sizin kendinizi düşünmediğiniz zamanlarda bile. Sizi düşünen kimsenin olmadığını bile düşünmediğiniz zamanlarda da.

Sizin için bir şeyler yapar: Sizin kendiniz için bir şeyler yapmanız gerektiğinin farkında olmadığınız zamanlarda bile...

Deniz, benim sayfam için bir başlık hazırlamış. Benimle biraraya gelerek "biraz daha sağa, biraz daha sola; siyahı daha çok olsun" gibi didiklemelerimi de sabırla karşılayarak istediğim ayarlamaları yapma zahmetine de katlandı üstelik. Yani ben," olmadı, baştan" dedikçe, o da "eyvallah" deyip tekrar tekrar denedi.

olmadibastan.blogspot.com sayfasındaki gibi...

İnce düşüncesi ve emekleri için çok çok teşekkür ederim kendisine...

Güneş Yanığı

Kelimeler minicik yıldızlardır karanlıkta; onlarsız da olmaz, onlarla da... Bazen hiçbir şeye yetmezler ama yine dönüp onların omuzuna yaslarız başımızı. Yoldaşlıklarını, ömürlerinin sonuna kadar sebatla, sadakatle sürdürürler. Kelimeler ölümsüz değillerse de bizden uzun yaşarlar. Ömrü bizimkinden uzun olanlar, arkamızdan yapılan duâya "âmin" der ve başkalarında yaşamaya devam ederler.

Kelimelerin sigortası atar bazen. Taşıyamayacakları bir yükle karşılaştıklarında... O zaman göğe yükselirler arıza giderilinceye kadar. Hava değişikliğine ve dinlenmeye ihtiyaç duyarlar çünkü. Sonra uslu uslu geri gelirler. Hiç gitmemişler gibi evimize girerler. Eski, alışıldık hayatımıza döneriz.

Ama trafo bazen hepten yanar: O zaman kelimeler tutuşur, yanar, kavrulur ve kül olurlar. Ama ne tutuşma, ne yanıp kavrulma, ne de kül olma acı verir. Anlamı temsil etmekle görevli olan kelimeler, anlamın içinde erir giderler...

Konya'ya giren, kelimeleri yanmış olarak çıkar.

Çünkü Konya'daki güneş, kelimeleri yakar. Deriyi yaktığı gibi...

Güneşin yaktığı kelimelerle ise, yazı ancak buraya kadar yazılır.

Taşındım...

Niye göç ettiklerini biliyorum şimdi. Kimse keyfinden bırakmaz yurdunu. Ama yeni yurt edinmek de çok zor olmasa gerek. Dünya biz insanlar için ne kadar ebedî bir yurtsa, biz de o kadar ebedîyiz işte...

Geçiciliğimiz için şükretmemiz lâzım. Taşınabilmek de güzel...

Taşınmam için beni teşvik eden dostlara teşekkürler...

Cebeci'de Akşam

Birazdan çıkacağım ve o kokuyu duyacağım. Soğukla beraber burun deliklerimden içeri girecek. İçime çekmemeye çalışacağım; nefesimi tutacağım ama içimde tuttuğum nefes de çabucak kirlenecek, bana yetmeyecek uzun uzadıya: Nefesimi bırakırken yenisini almak üzere zorlayacak bedenim beni. Direnemeyeceğim ve akciğerime dolduracağım o dumanlı, bol karbondioksitli, bol karbonmonoksitli havayı… Yaşamak üzere içime almak zorunda olduğum o zehirli havayı. Ve o zaman daha çok anlayacağım Cebeci'de olduğumu. Cebeci'de olduğumu hatırlayacağım…

Kışın Cebeci, bu havayla soluyor işte. Dumanlı, isli, puslu havayla… Ben yıllardır gündüzleri Cebeciliyim. Bu semt her mevsimde biraz acıklı… "Hüzünlü" demiyorum; hüzün de yok değildir ama "acıklı" kelimesi, hissettiklerimi daha çok anlatıyor. Çünkü Cebeci, bütün hareketine rağmen biraz arkada kalmıştır; şehrin merkezine dönük yüzü bile, arka sıralara oturtuldukça arka sıraların yerlisi olmuş çocuklarınki gibi içten içe buruktur. Kenardadır ve bunun farkındadır…

Ben, akşamın kendisini gece gibi hissettiren saatlerinde -yani, aslında çok da geç olmayan saatlerde- eve gitmek üzere çıkar, arkada kalmış Cebeci'nin arka sokaklarında trafiği sıkışmamış yollar ararım. Işıkları yeni uyanmış evlerin önünden geçerken, hiç bilemem buralarda kimler oturur… Bunca yıl, yalnızca gündüzlerini paylaşsam da Cebeci, bana semtten dostlar kazandırmamıştır. Ama herhalde bu benim hatamdır… İnsan dostlarım olmadığından, mekânlar yüklenir kalbime… Küçük şehirlilerin küçük pastaneleri, simitçileri, fırınları ve tozlu züccaciyeleri için hissettiklerini anlar gibi olurum.

Ben yazıya abanırken, şimdi dışarıda karanlık var. Cadde, şimdi trafikle kaynıyor ama birkaç saate kalmadan soluğu tükenen bir rüzgâr gibi susacak. O zaman gecesini paylaşmak istesem de burada olamayacağım. Çünkü, arada bir akşam yemeğine kalsam da hiç yatıya kalmadığımı bildiğinden hiç ısrar etmeyecek…

Yatıya kalmayan, yazıdan kalmamalıdır… Cebeci için yazmalıdır.

Mahkeme Duvarı

Günler geçti…

Devletşah'ın bulduğu çözüm de çok uzun süre işe yaramadı. Onlar da bulmuşlardı yolunu. Yine de yasaklamayı… Gene o "mahkeme kararı" lafı geçen yazıyla karşılaşıyordu herkes bloga girdiğinde. "Mahkeme kararı"ndan bahseden internet sayfası görüntüsü, "mahkeme duvarı" gibi sıkıcıydı. Bunaltıcı ve çirkindi…

Halbuki "mahkeme duvarı" sözü pekâlâ "adalet"i de çağrıştırabilirdi insanlara.

Mahkeme duvarı… Sağlam ve güvenli…

Mahkeme duvarı… Büyük ve emin…

Mahkeme duvarı… Dayayabilirsiniz sırtınızı derin bir emniyet duygusuyla…

Ama yok…

Mahkemeler adalet dağıtmıyor anlaşılan… İşte bu kadim söz de geçmişini anlatıyor mahkemelerin!

Şimdi o "mahkeme kararı"nı alanlara soruyorum: İkibuçuk aydır, internette kendi yazdığı yazılara bile ulaşamayan birinin hakları ne olacak peki?

Cevabın "mahkeme duvarı"na benzememesini ümit ediyorum.

Gözden Irak Yazılar

Çok üstünde durmadım önceleri. Uzun sürmeyeceğini düşündüm. "Herhalde birisi bir yazı yazmış, bazıları da o yazıyı beğenmemişler, yasalara aykırı bulmuşlar, mahkemeye vermişler ve mahkeme de yazının yayınlandığı ana siteye ulaşımı engellemiş" diye açıklıyordum soranlara ve dostluk gösterip endişelenenlere… Hoş bir şey değil; dostlarınız için de tedirgin edici, girdiğiniz sitenin/blogun "Bu siteye erişim mahkeme kararıyla engellenmiştir" yazısıyla açılması… Yani, açılmaması… Yazdıklarınızın okunmaması… Okunamaması… Kendiniz tarafından bile… "Ben bir şey yapmadım" diye açıklama yapmanız gerekiyor. "Kötü bir şey yapmadım ben… Mahkemeyle ne işim olabilir?"

Ama sabırla beklemeye karar verdim. Nasılsa bu mahkeme de bir şekilde sonlanacak ve kurunun yanında yanan yaşlar olarak biz de felaha ereceğiz… Çok uzun sürdü. Hâlâ da tam olarak hallolmuş değil mesele… İşte sadece üzülmekle kalmayan ve harekete de geçen arkadaşım devletsah.com, mağdur olan biz wordpress kullanıcılarına ve bizleri okuyanlara yardımcı olacak bir öneri yayınlamış bugün sitesinde. Bizlere tekrar ulaşmanın, bizlerin de en azından yazılarımıza ulaşmamızın yollarını gösteren bir öneri…

Gözden ırak yazılarıma tekrar kavuşmak… Koyduğum ismin gadrine uğradığını zannettiğim internetteki küçük sahama… Görünmez Kentler'e…

Devletşah'a çok teşekkürler…

Havadan Sudan Bahsetmek

Canınız lâflamak istiyordur. Öylesine konuşursunuz: Boş boş… Karşınızdaki de öylesine dinleyecektir sizi: Yarım yamalak… Sizin de derinden derine dinlenilmeye ihtiyacınız yoktur zaten. Muhatabınız konuşurken de siz öylesine dinlersiniz. Söyleşmeye başlarkenki maksadınız önemli değildir, sözün kendisi sizi bir sonraki cümleye taşır.

Böylece lâf lâfı açar. Bazen de açmaz. Çok konuşulmaktan dolayı hiçbir cazibesi kalmamış konulara dönersiniz. Konuşacak başka bir şey bulamamış olmak zaten yeterince sıkıcıdır. Ama işte o çok konuşulmuş konu, hiçbir şey bulamamaktan iyidir. Sıkı sıkı yapışırsınız ona. Evirip çevirirsiniz. Ama bazen de o bildik ve basit konu, pek çekici gelir de ballanır ağzınızda kelimeler. Heyecanla birbirinizin ağzından alırsınız sözü. Ama heyecanla konuşsanız da, hiçbir ciddiyeti yoktur söylediklerinizin. Her şeyden konuşabilirsiniz. Daldan dala da atlarsınız; bazı dallarda uzun, bazı dallarda kısa süreyle konaklarsınız. Konuşursunuz işte her şeyden: Yapmayı yeni öğrendiğiniz bir yemek, başbakanın son demeci, ünlü sanatçımızın yeni sevgilisi, torununuzun söyleyebildiği kelimeler, domates fiyatları, gençlerin saygısızlığı, komşunuzun yaramaz köpeği, işini tam yapmayan tesisatçılar ve eskilerin tutumluluğu…

Su o kadar değilse bile hava ve hava durumu, konuşma konuları arasına en çabuk girendir. Havaların ne kadar sıcak gittiğini söyleyerek girersiniz söze. Arkasından "Ama yarın yağmur yağabilirmiş" dersiniz. "Geçen sene de böyleydi" der karşınızdaki. "Yaa doğru, doğru…" diye karşılık verirsiniz. Havadan sudan konuşurken zaman akıp gider…

*****

Sözlüklere bakacak olursak "havadan sudan konuşmak", önemi olamayan konulardan konuşmak ve şundan bundan söz açmak anlamına geliyor. Hava ve su, konuşmanın önemsizliğini ve bütünlükten mahrum oluşunu ifade ediyor. Ciddiyetten ve ehemmiyetten uzaklığı…

Bugün artık "hava ve su", en ciddi konular arasında. Kaygıyla konuşuyoruz havanın durumunu ve daha da kaygılıyız su konusunda. Bir yandan kuraklıkla, öte yandan sellerle boğuşurken dünya, hava ve su, bugüne kadar gayri ciddi sohbetlere konu edilmelerinin ve adlarının gayri ciddi sohbetlerde kullanılmasının intikamını alırcasına gündemimizin en mühim maddesini oluşturuyorlar.

Hava ve su, hayatî…

Hava ve su, bugün, her zamankinden daha çok hayat memat meselesi…

Artık havadan sudan konuşurken terbiyemizi ve ciddiyetimizi takınmanın zamanı gelmiştir. … de geçmektedir…

Yası Yazıya Çevirmek

Dünün kelimeleriyle başlanmaz yazıya. Yazı, kendi kelimeleriyle her sabah yeniden doğar. Yazılırsa yaşar; yazılmazsa ertesi gün aynı kelimelerle yazılamayacağı âşikârdır. Kullanılmayan kelimeler, akşam olduğunda güneşle birlikte batar. Kullanılmayan kelimelerden kırpıp kırpıp yıldız yapanlar çocuklardır.

İşte, farkediyorum ki dünkü kelimelerim Kaf Dağı'nın ardında kaybolmuş. Ümitsizce tekrarlıyorum onları satırlarda: Kopyalayıp yapıştırıyorum, kesip biçiyorum, ekleyip uzatıyorum. Ama işte ölmüş onlar. Benim yaptığım, ancak sonu gelmeyecek olan bir sun'i teneffüs ameliyesi. Kelimelerim, her türlü gayretime rağmen canlanmıyorlar. Oysa benimdiler; daha dün benimdiler, benimleydiler. Çocukluğumun hiç unutamayacağım güzel kokulu hatıraları gibi, hep benimle kalacak gibiydiler. Evet işte yine çocukluk: Çocukluğumda kaybettiğim, kırdığım ve bozduğum eşyalarımın ve oyuncaklarımın ardından hissettiklerimi hissediyorum ve kelimelerimin ardından hıçkıra hıçkıra ağlamak istiyorum. Boğazımda düğümleniyor kelimeler… Şarkıdaki gibi.. Ölmüş kelimelerim boğazımda düğümleniyor.

Halbuki bütün bunlar işe yaramaz. Bütün bunlar çocukluk… Ben büyüdüm. Çok yıldız kırptım daha önceleri. Şimdi yıldız zamanı değil. Yapılacak tek şey var: Önce kabullenmek… Sonra da, gün batmadan yazıyı yazmak. Günün kelimelerinin kaçmasına izin vermeden, onları avucunda sımsıkı tutmak ve bırakmak yazının göklerine cömertçe. Yazıyı yazanın, yazarı olmadığını hiç unutmadan…

Yapılacak tek şey, dünün kelimelerinin ardından tutulacak yası, yeni günün kelimeleri de kaybolmadan günün içinde, yazıya çevirmek…

Salla Beni Kucağında

Deniz çalkalanıyor… Ardımda boğuk boğuk çocuk sesleri duyuyorum. Güneş alçalmış ve rüzgâr şiddetlenmiş. Tam nerede olduklarını göremiyorum; güneşin deniz üzerindeki pırıltısı gözümü alıyor. "Öyle yapmayacaksın" diyor çocuklardan bir tanesi. "Ayağını şöyle çırpacaksın. Bak!" Onları görecek şekilde hareket etmeye çalışıyorum. O sırada bir dalga yüzüme çarpıyor. Genzimden aşağı doğru birkaç damla tuzlu su süzülüyor. "Gördün mü?" diye bağırıyor o öğretmen çocuk, çevik bir şekilde sudan dışarı çıktığı anda. Naylondan şişme balıkları uzaktan küçük bir köpekbalığı gibi duruyor ve dalgaları hiç umursamıyormuş gibi görünüyor.

Biraz daha ileri doğru sürüklendiğimi farkediyorum. Şimdi iskele daha uzakta kaldı. Sola doğru dönüyorum. Onları görüyorum… Birkaç kulaçla yanlarına yaklaşıyorum. Güneş iyice sarı, iyice parlak. Torununu suyun içine batırıp çıkarıyor babaanne. İkisinin saçları da ıslamış, ikisinin saçları da yüzüne yapışmış. Küçüğün kollarında kolluklar; biraz şaşkın ama gülümsüyor. Babaanne onu cesaretlendiriyor. "Hop hooop… Bak ne kadar güzel!" Bir dalga da onların üzerine doğru geliyor. Neşeyle karşılıyorlar. "Ayy.." diyor babaanne. "Ayy…" diye tekrar ediyor küçük. Rüzgâr tekrar uğulduyor, kuzey yönünden. Çocukların bağırtıları da tekrar duyuluyor. "Oldu mu?" diyor öğrenci çocuk dipten tekrar yüzeye çıkarken. "Hayııır" diyor öğretmen.

Denizi arkama alıp kumsal tarafına bakıyorum. Kocaman beyaz bir kadın, şimdi sırtını döndürmüş güneşe. Öğretmen ve öğrenci çocukların anneleri yanyana iki şezlongta uzanmışlar. Evlerinin kapısından sokağa yönelen kadını görüyorum. Elinde bir havlu var. Üstündeki yazmadan elbisenin etekleri uçuşuyor. Sakin sakin kumsala doğru döndürüyor yüzünü. "Bak, anne geliyor" diyor babaanne, yüzündeki tam gülümsemeyle.

Yüzümü tekrar denize çeviriyorum. Güneş gözümün içine giriyor, rüzgârın sesi bir an için kesiliyor. Daha derin bir sessizlik için başımı suyun içine daldırıyorum. Dünya dönmeye devam ediyor. Yutkunuyorum. Yutkunmamın sesi içimde yankılanıyor. Bulanıkça bir yeşilin içinde nefesimin sesini ve dünyanın dönüşünü dinliyorum.

*****

Gözümü kırpıştırıyorum, başımı sudan çıkarınca. "Merhaba" diyor. "Deniz bugün çok güzel değil mi?". Yazmadan elbisesini çıkarmış, yanımıza gelmiş. Çırpıntının içinde hepimiz belirgin bir ritmle inip inip çıkıyoruz. Babaanne ve torun da bana bakıyorlar. Gülümsüyoruz. Denizin koynunda mutlu olduğumuzu biliyoruz. Karada olduğundan daha yakınız birbirimize. Birbirimize daha çok sevgi duyabileceğimizi hissediyoruz. Ve deniz de akşam üstünün bu en güzel anında, bizi adil bir ana gibi kucaklayıp bir ileri bir geri sallarken, hepimizi içine alırken ve hepimize aynı muameleyi yaparken, içimize derinden derine birbirimiz için sıcak bir sevgi saldığını biliyor.

Deniz bizi birleştiriyor.

Yol Arkadaşı

10 numaralı koltuğa gülümseyerek yürüyorum. Koridordaki koltukları epeydir pencere kenarlarına tercih ediyorum. Bu tercihimle başka kadınlardan ayrıldığımı hissettiriyor rezervasyon yaptırdığım otobüs firmalarının son zamanlarda gayet şık hâle gelmiş yazıhanelerinin görevlileri. Pencere kenarı, daha seyrek seyahat ettiğim zamanlarda bana özgürce hayal etme imkânı sağlardı. Şimdi daha sık yolculuk ediyorum. Koridor tarafında daha rahat hissediyorum kendimi; her an kalkabilirim yerimden; kalkarken birini rahatsız etmemiş olurum. Bu da özgürlük… Hayal edilen değil, gerçek bir özgürlük. Küçük, kısıtlı, fakat gerçek…

9 numaralı koltuktaki kadın bana gülümsüyor. Ben de "merhaba" diyorum. İlk cümlelerimizi hatırlamıyorum. Ama önce o giriyor söze ve "Türkiye'nin hâli…" diyerek başlıyor. Sonra "İstanbul'un hâli…"ne geçiyoruz. İstanbul güvensiz, İstanbul kalabalık, İstanbul tekinsiz, İstabul eğitimsiz… Pendik'te yaşıyor; Pendik'ten de memnun değil. Sahildeki yerler, gece belli bir saatten sonra tatsızlaşıyor. Altı yıldır İstanbul'da; Ankara'da doğmuş, büyümüş ve çalışmış. Ankara'yı özlüyor. Annesi-babası ve arkadaşları orada. Kızını Ankara'ya götürüp bırakmış. Şimdi onu geri almaya gidiyor. On beş gündür uzak ondan. "Çok özlemişsinizdir" diyorum. "Felâket!" diye cevap veriyor, gülümseyerek.

Matbaacıymış. Ankara'dayken de matbaacılıkla uğraşmış. Ders kitapları basmışlar. Eğitim dünyasına yakınlaşmış o zaman. Öğretmenlerden arkadaş edinmiş. Şimdi, İstanbul'daki müşteri profilinden de pek memnun değil. Yeniden Ankara ile İstanbul'u karşılaştırmaya başlıyor.

Kırıkkale'de iki yıllık bir okulu bitirmiş. Yurtta kalmış. Yurt ve okul arkadaşlarını özlemle anlatıyor. Şimdi Ankara'ya varınca, programının bütün yoğunluğuna rağmen, bir koşu gidip okul arkadaşlarıyla da buluşacak. Gençlikte kurulan arkadaşlıkların tadı başka arkadaşlıklarda olmuyor. Hatta geçen gün aramış içlerinden birisi. Hepsi biraradalarken… Gülerek "Kıskandım" diyor. "Dağılın! Ayrılın hemen birbirinizden, dedim." Gülüyor…

Güleç, zeki ve iyimser… Konuşmayı çok sevdiği her halinden belli ama bir o kadar da iyi ve içten bir dinleyici.

*

Yol bir ırmak gibi pencere kenarından akıyor. Zaman da dolgun bir kıvamda, pencere kenarında akan yolu derinden dolduruyor.

Mola yerine vardığımızda, aradan geçen iki saatte hiç susmamış olduğumuzu farkediyorum.

Yol, arkadaştır.

İzin verirsek bizi birbirimize arkadaş yapıyor…

Şehirlerarası Sorular

Terminal, şehre mi aittir? Terminaldekiler şehre ait hissederler mi kendilerini? Tren istasyonlarında tren bekleyen yolcular, istasyonun bulunduğu şehirde midirler, yoksa gidecekleri şehre varmışlar mıdır daha şimdiden? Bazıları küçük bir köy kadar büyük olabilen havaalanlarındaki yolcular, ayaklarını bastıkları şehirde midirler, yoksa monitörlerden takip ettikleri uçuşların menzilinde mi?

Ya, yolculamaya gelenler? Yolculama anında şehirlerinden biraz olsun kopmazlar mı? Yolcularını karşılayanlar? Kucaklaşma anında, biraz da yolcularının şehirlerini kucaklamıyorlar mıdır?

Yolcular ve yolculamaya gelenlerin, sözleri nerede tükenir? Sohbet, hangi noktada kesintiye uğrar? Yolcunun eli, valizinin sapını kavrarken, zihninin gözleri, gideceği şehrin sokaklarını şimdiden görmeye başlamışken, yolculamaya gelen, yolcusunu mu kıskanır yollardan, yolları mı hayal eder gizli gizli?

Karşılayanlar ve karşılananlar? Karşılaşma anında, her iki tarafın da kendi şehirlerinde olduklarını söyleyebilir miyiz? Birbirlerinin şehirleri, birbirleri gibidir; ama yolcu da, karşılayan da, şehirlerinde değildir. Onlar öyle olmadıklarını bilmezler.

Otobüs ve tır şoförleri, şehirlerarası otobüslerin servis görevlileri, dağ başlarındaki konaklama yerlerinin kasiyerleri, benzin istasyonlarının pompacıları hangi şehirde yaşarlar? Bizler için yollara ait olan bu insanların da bir evi ve bir şehri var mıdır?

Bir şehir nerede biter, öteki nerede başlar?

Bir insan ne zaman yolcudur, ne zaman hancı?

Şarkıdaki soru gibi: Neresi sıladır, neresi gurbet?

Kaybolan Arılar

Elimi bir ya da iki kere arı soktu, sanırım. Birincisini cok iyi hatırlıyorum. İlkokuldaydım. Birinci ya da ikinci sınıfta… Teneffüs zili çalmıştı. Sıcak bir sonbahar günüydü. Sabahtı… Sınıftan ve koridordan çıkmış, okul bahçesine doğru koşmuştum. Ana kapıdan çıkar çıkmaz, sağ elimde bir yanma hissetmiştim. Teşhisi kim koydu, hatırlamıyorum. Ama elimi arı soktuğuna karar verilmişti. Sokan arının da fazla yaşamaycağını söylemişlerdi.

Arı sokması, acı bir olay olarak yer etmedi zihnimde. Ama tabii, pek de hoş bir şey değildi. Üstelik her bünye benimki kadar kolay atlatmıyor arı sokmasını. Bazılarının allerjisi var: Her yerleri kabarıyor.

Arının beni soktuğu günkü kadar güneşli bir günde yapılan okuma bayramından "arı vız vız vız" rontunu hatırlıyorum bir de hemen. Rontun şarkısının sözleri, "Yaz geldi çiçekler açtı, arılar hep çalıştı/ Arı vız vız vız/ Arı vız vız vız… diye bağırır…" diye devam ederdi. Onlar için ront yaptığımıza göre saygı duyulacak hayvanlardı.

Diyorlar ki, arılar da global ısınmadan payını almış. Galiba terk-i diyar etmişler başka bir gezegene… Çiçeklerin açması, soylarının devamı onlara bağlıymış, onlar taşırlarmış çünkü tohumları; böyle giderse bazı bitki türlerinin devamı tehlikeye girecekmiş.

Şu günlerde bir arı soksa, bir arı girse pencereden içeri, arıları görsek bahçemizde, mutlu olacağız demek ki…

Son zamanlarda okuma bayramlarında hangi hayvan için ront yapıldığından ise haberim yok.

"Arı"yı dikkatlerinize sunuyorum.

İlk Yazım

İlk yazımı herkes gibi ilkokuldayken yazmıştım. Ve ilk harfim -herkesinkinin aksine- "S" harfiydi. Bunun sebebi de -zannediyorum- Ekim doğumlu olduğum için okula bir ay kadar geç başlamış olmamdı. (6 yaşımı tam doldurmadan okula almamış olduklarını tahmin ediyorum.) Okula geç başlamış olmanın bedeli, ilk harfleri, A'yı, B'yi ve S'ye kadar olan diğer harfleri "kaçırmış" olmaktı. Böylece benim okulda yazdığım ilk harf "S" oldu.

"S", şimdi gayet iyi anlaştığım bir harf olmakla birlikte o zaman bana zor gelmişti. S'nin kıvrımları beni epeyce zorlamıştı. Okuldaki ilk günümün, sağ elimin orta parmağında bir yarayla son bulduğunu hatırlıyorum. Öğlen beni okuldan almaya gelen annem ve babamla bakkala uğrayıp yara bandı aldığımızı…

Okuldan çıktığımda hava sıcaktı. Ekim sıcağı… Ama biz güneydeydik. Ekim, kuzeyin Ekimlerine benzemez oralarda. Antep'in sıcağında Ekim, yakıcıydı. Siyah önlükler üstümüzdeyken daha da yakıcı…

Antep, göğsünü gere gere güneydeydi…